12-14 yaş aralığı falandı sanırım.
Sabah töreninde hafif ayazda andımız okunmuş, İstiklal Marşına geçmek üzereydik.
Herkes özenle, saçları derli toplu, bazıları üzerlerinde yasak da olsa en sevdikleri hırkalarla hazır bekliyordu.
Henüz cep telefonları yeni yeni hayatlarımıza girmiş, bazıları tuşlu cep telefonlarını kapalı tutup yalnızca teneffüslerde açacak şekilde çantalarında saklamaya yeni başlamıştı.
O zamanlar, ayazın, soğuğun ya da çocukluğun andımızın önüne geçemediği yıllardı.
Hatırlarım, çok sevdiğim bir kolyem vardı. Hiç boynumdan çıkarmazdım. O günse, gözlerim doldu dolu avuçlarımda tutuyordum. Zinciri birbirine girmişti ve açamıyordum.
Andımız bitip de İstiklal Marşı başlamadan evvel, gözlerimi dolu dolu ve hep gülen yüzümü asık gören bir öğretmenim ne olduğunu sordu.
Açıklamamla birlikte, kolyemi avuçlarına alması bir oldu. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Sıcak ve içten.
Henüz İstiklal Marşı bitmeden düğümü çözülmüş kolye tekrar avuçlarımdaydı.
Bir çocuğun küçük şeylerle mutlu olduğu o yıllar bizim için uzaklarda değildi henüz.
****
Yıllar sonra, o öğretmenimle karşılıklı oturmuş kahvaltı ederken, bana söylediği cümleleri hiç unutmadım.
“O gün gözlerindeki o ışıltıyı, mutluluğu hiç unutmuyorum.”
****
O gün yeniden anladım.
İşte öğretmen olmak buydu.
Karşında duran küçük bir çocuğun gözlerindeki mutluluğu yakalamak, hatta yaratmak ve bunu o unuttuğunda bile unutmamak, ona da hiçbir zaman unutturmamaktı öğretmen olmak.
Bize öğrettikleri tüm bilgilerin yanında, hayatlarımızda yarattıkları anlamın, değerin, farkındalığın ve umudun üreticisi olan, bizi bizim kendimizi unuttuğumuz anlarda bile unutmayan ve farkında olmadığımız tüm ışığımızı fark edip bize hatırlatan tüm öğretmenlerimizin günü kutlu olsun!