adscode
adscode

Cumhuriyet Bize Neler Kazandırdı?

Cumhuriyet, ülkemize, topluma, eğitim sistemine, kadına, çocuklara...neler kazandırdı?

Cumhuriyet Bize Neler Kazandırdı?
Türkiye'den Haberler
Türkiye Cumhuriyeti, çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından, Türk milletinin Atatürk’ün önderliğinde giriştiği mücadele ile hayat bulmuş millî bir devlettir.

Cumhuriyetin Türk toplumuna kazandırdıklarını anlamak için öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya görüşünü ifade eden Atatürkçü düşünce sistemini, bir başka deyişle Atatürkçülüğü açıklamakta fayda bulunmaktadır. Atatürkçülük, Türk milletinin aklın ve bilimin rehberliğinde ileri bir toplum olarak en kısa sürede çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini, milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak demokratik ve lâik kurallar içinde mutlu bir yaşam sürmesini amaçlayan, ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaç ve isteklerinden doğmuş çağdaş bir düşünce sistemidir.

Bu düşünce sisteminin kaynağı, ülke gerçeklerinden, Türk milletinin ihtiyaç ve isteklerinden ve nihayet Türk tarihinin yapraklarından kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kişisel bir düşünce değil, millî vicdandan kaynaklanan, milletimizin ortak arzu ve eğilimlerinin simgesidir.1

Hayatta en hakiki yol göstericinin ilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük, akılcılığa, bilime verdiği değer ve sürekli yenilenmeyi mümkün kılan İnkılâpçılık ilkesi ile bugün olduğu gibi yarın da geçerliğini koruyacaktır. Bu konuya büyük önem veren Atatürk, "Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir" direktifi ile izlenmesi gereken yolu göstermiştir.

Bu gün Türk milleti, hayat anlayışından, modern görünüşüne kadar güzel olan ne varsa Atatürk’e ve O’nun kurduğu Cumhuriyete borçludur. Oysa Osmanlı Devleti’nden miras kalan hayat anlayışı, kısaca "bir lokma, bir hırka" diye toplum arasında yaygın olan ve insanları sadece öbür dünya için çalışmaya sevk ederek miskinleştiren bir anlayış idi. Ortaçağın dini taassubunu çöküş döneminde yaşamaya başlayan Osmanlı Devleti’nin bu döneminde bilim, sanat, devlet hayatı ve toplum hayatına hep bu, akıl ve mantığı, bilimi önemsemeyen düşünce hâkimdi. Örneğin bilimi üçe ayırmışlardı. Öğrenilmesi gerekli bilimler, öğrenilse de olur öğrenilmese de olur bilimler ve günah olan bilimler. Onlara göre dinî bilimler öğrenilmeliydi. Ancak tıbbı öğrensen de olur, öğrenmesen de olur diyorlardı. Çünkü hastalığı da sağlığı da tanrı verir, tanrı alır o yüzden tıpla uğraşmak boşa uğraşmaktır. Ancak astronomi ile uğraşırsan, yıldızları gözlemlersen tanrının işine karışmış olursun ki işte o zaman en büyük günahı işlersin. Bu düşünce şekli, Osmanlı Devleti’ni önce Avrupa’nın hasta adamı durumuna getirdi. Sonra da yıkılmasına neden oldu.

Atatürk, giriştiği silâhlı mücadele ile Türk vatanını düşman işgalinden kurtarmıştı, Ancak bununla yetinmedi, Yeni bir mücadeleye girişti. Bu mücadelenin adı çağdaş değerlere sahip bir devlet kurmaktı. Kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hür düşünceli insanlar yetiştirildi. Toplum yaşamının her alanında yenilikler yapıldı. Yazılan yazıdan, giyilen başlığa, hukuktan, kullanılan takvime, ölçü ve tartı birimlerinden, tarih ve dil bilincine, toplum hayatının her alanında Cumhuriyetle birlikte inkılâplar yapıldı. Bu gün Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada kendisi ile birlikte çağdaşlık atılımlarına başlayan komşularıyla kıyasladığında Cumhuriyetin Türkiye’ye kazandırdıkları çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu kazanımları ve bunları koruyabilmek için ne yapılması gerektiğini kısaca gözden geçirelim.

Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan Türk unsurunun kimliği, Osmanlı Devleti içinde imparatorluk politikaları nedeniyle adeta unutturulmuştu. Fransız İhtilâli’nin etkisi ve devleti bölmek isteyen yabancı devletlerin teşvikiyle azınlık unsurlar arasında millî akımlar başlamıştı. Buna karşılık devleti sahip olduğu sınırlarıyla korumak amacıyla gerçekleştirilen ve millî duyguları geri plânda bırakan uygulamalar azınlıkların hareketlerini engelleyemediği gibi en büyük etkisini Türkler üzerinde göstermiştir. Türkler önce Osmanlılık siyaseti gereği Türklükten çok Osmanlılıklarını ön plâna çıkarmışlardır. Devlet bünyesindeki Hıristiyan unsurlar hemen hemen tamamıyla ayrıldıktan sonra bu sefer Müslüman fakat Türk olmayan unsurları elde tutabilmek için İslâm birliği politikası uygulanmış, ümmet bilinci işlenmiş ve yine millî değerler geri plâna atılmıştır.

Atatürk’ün önderliğinde başarıları Kurtuluş Savaşı ve arkasından gerçekleştirilen Türk Devrimi’nin iki temel özelliğinden biri millî olmak diğeri de lâik olmaktır. O, Türk insanının millî duygularını yeniden kazanabilmesi için tarihinden diline kadar her alanda çalışmalar yapmış ve yaptırmıştır. Kurduğu Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu çalışmalarının bir ürünüdür. Lâiklik yolunda yapılan atılımların amaçlarından biri de millî gelişmelere engel olan dinî taassubu kırmaktır. Atatürk her yaptığı işte Türklüğü ön plâna çıkararak ve Türklükle övünülmesi gerektiğini vurgulayarak hem insanımızın kendine güvenini yeniden kazanmasını hem de millî bir devlet olmanın gereği olan millî bilincin yerleşmesini sağlamaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur. Millî birlik ve beraberlik duygusu bu şekilde gerçekleşmiş ve Tüm dünyanın Türk mucizesi olarak adlandırdığı büyük başarılar kazanılmıştır.

Osmanlı Devleti’nden devralınan eğitim ise çok başlı ve toplumun ihtiyaçlarına karşılık vermekten uzak bir görünümdeydi. Bir yanda lâik eğitim veren, diğer yanda dinî eğitim veren kurumlar vardı. Bunların dışında denetimden uzak yabancı okulları yer almaktaydı. Bu çok başlı eğitim toplumda birbirine zıt ve düşman görüşlü insanlar yetiştirmekteydiler. Bu sorun da 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ortadan kaldırılmıştır. Bu kanunla bütün Türk okulları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı ve lâik eğitim veren kurumlar haline getirilmiştir. Daha sonra da yabancı ve azınlık okullarının bu ilkelere aykırı eğitim vermemeleri için buralar sıkı denetim altına alınmıştır.

Osmanlı Devleti’nden saltanat ve hilâfet kurumları devralınmış, bunlar uygun ortamlar elde edildikçe zaman içinde ortadan kaldırılarak millî hakimiyet ve lâik esaslara sahip kurumlar meydana getirilmiştir. Saltanat ve hilâfet kamburundan kurtulan Türkiye Cumhuriyeti, üyelerini Türk milletinin özgür iradesi ile seçtiği TBMM tarafından kabul edilen lâik kanunlarla yönetilmektedir.

Osmanlı Devleti, ekonomik açıdan da iflas etmişti. Osmanlı borçlarını tahsil etmek için kurulan Duyun-u Umumiye İdaresi devletin gelirlerine el koymuştu. Yok denebilecek kadar az olan sanayinin de çoğunluğu yabancılara aitti. Ülkedeki demiryolları ise yabancılarca işletildiği gibi, bir de bu yolların güzergahlarında imtiyazlar elde etmişlerdi.

Kapitülâsyonlar nedeniyle, Osmanlı Devleti kendi ülkesinde ekonomik kararlarını bağımsız olarak alamıyor, gümrük vergilerini kendi uygulayamıyor, kendi vatandaşlarına uyguladığı kanunlarını başkalarına uygulayamıyordu.

Atatürk bağımsızlığı bir bütün olarak yorumlayan ve iktisadî açıdan dışarıya bağımlı olan ülkelerin tam bağımsız olmayacaklarını anlayan bir liderdi. Bu yüzden iktisadî bağımsızlığı kazanmak için Lozan’da çok çetin bir savaş verilmiştir. Bu savaşı kazanan Türkiye, Lozan Antlaşması’yla her türlü kapitülâsyonu kaldırmayı başarmış, tam bağımsızlığını kazanmıştır. Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödemek zorunda kalmasına rağmen, ekonomik gelişmesini sağlamıştır. Atatürk döneminde uygulanan tasarrufa ağırlık veren malî politikalarla yeni borç alınmamasına dikkat gösterilmiştir. Yabancıların elindeki fabrika ve demiryolları tek tek alınarak millîleştirilmiştir. Halkın elinde yeterli sermaye gücü olmadığından devlet ekonomiye de aktif olarak katılmıştır. O dönem için gerekli olan devletçilik uygulamaları ile önemli sanayi ve ticaret kurumları oluşturulmuştur.

Hukuk alanında ise şer’î hükümlerin uygulandığı Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildiğinde, Cumhuriyet anayasası ve kanunları lâik esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmiştir.

Lâiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinden biridir. Lâikliğin Türk toplumunda yerleşmesi için Atatürk döneminde önemli mücadeleler verilmiştir. Türkiye’nin çağdaş uygarlık içinde yerini daha kuvvetli bir şekilde alabilmesi için bu konuda hiçbir taviz verilmemesi gerekmektedir. Çünkü lâiklik din ile değil, dinî kendi çıkarlarına alet edenlerle mücadele etmektedir. Dinî kendi çıkarlarına alet edenler ise, bu çıkarlarını ancak aydınlanmamış dimağlarla sağlayabilirler. Bu nedenle eğitimde aydın düşünceli insanlar yetiştirmeye özen gösterilmeli, lâikliğe sahip çıkılmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk İnkılâbı’nın asıl hedefi olan Türk milletini çağdaş medeniyet seviyesine ve hatta onun üstüne çıkarmak için yapılan çalışmalar, yukarıda da belirtildiği gibi, toplum hayatının her alanında gerçekleşmiştir. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti bugün, bulunduğu bölgenin en çağdaş, en güçlü ülkesi olmuş dünyada da sayılı ülkeler arasına girmiştir.

Yukarıda bahsettiğimiz kazanımlar kadın erkek herkese sağlanmıştır. Ancak Cumhuriyet ile kadınların kazanımları çok daha büyüktür. Osmanlı Devleti’nde kadınlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmakta, eğitim ve iş hayatı da dâhil olmak üzere sosyal hayattan soyutlanmaktaydılar. Erkeklere tanınan çok kadınla evlenebilme hakkı kadınları Aile hayatında bile etkisiz bir duruma getirmişti. Cumhuriyet döneminde kadına erkek ile aynı hakları tanıyacak olan düzenlemeler büyük bir hızla gerçekleştirilmiştir. Eğitimde, iş hayatında, siyasette kadın erkek fırsat eşitliği sağlanmıştır. 1926 Medenî Kanunuyla aile ve toplum hayatında kadınlara çoğu batılı ülkeden daha önce ve geniş haklar tanınmıştır.

Türkiye’de kadın haklan, teokratik bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti’nden, kadın-erkek eşitliğinin kabul edildiği modern Türkiye Cumhuriyetine geçiş sürecinde bir dizi inkılâp ile sağlanabilmiştir. Bu konudaki gelişmeleri kısaca şöyle ele alabiliriz.

Batılı toplumlarda, kadın hakları ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda asırlar süren yoğun mücadeleler verilmiştir. Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde de bazı kadın derneklerinin çalışmaları olmuşsa da bunlar yetersiz ve toplumsal destekten yoksun çalışmalar olarak kalmışlardır.2 Ancak, birçok batı ülkesinden önce Atatürk tarafından Türk kadınlarına bu haklar verilmiş ve hatta adeta sunulmuştur. Türk kadınları, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lidere sahip oldukları için, kendilerini oldukça şanslı saymalıdırlar.

Kurtuluş Savaşı’nın silâhlı mücadele günlerinde erkeği ile birlikte her türlü zorluklarla baş ederek düşmanın yurttan kovulmasında büyük rol oynayan Türk kadınının toplumsal konumunu çok iyi değerlendiren Mustafa Kemal, onların geleceğe umutla bakmasını sağlamıştır. O’nun kadınlar konusunda 1923′te söylediği şu sözü bu konuda yapacaklarının işareti olmuştur.3

"… Bir toplum, cinsinden yalnız birinin asrî gerekleri elde etmesiyle yetinirse o toplum yarıdan fazla zaaf içinde kalır. Bir millet gelişmek etmek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiyetindedir… Binaenaleyh bizim toplumumuz için ilim ve fen lâzım ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın elde etmeleri lâzımdır…"

Bu şekilde düşünen Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’te kadınlar, önce 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile eğitimde erkeklerle eşitliği kazanmışlardır. 1926 yılında kabul edilerek Türk kadınlarını "şeriat" zincirinden kurtaran Medenî Kanun ile, erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. Aile ve toplum hayatında kadın erkek eşitliğinin temelleri atıldı. Mecelle adı verilen ve dinî temellere dayanan kanunun yerine geçen Türk Medenî Kanunu ile Türk kadını güçlenmeye, kişiliğini bulmaya başlamış ve erkeğinin yanında sosyal faaliyetlere katılmaya başlamıştır.

Bundan sonra kadın ve kadın haklarıyla ilgili gelişmeler şöyle sıralanabilir.4

1927′de ilk defa bir bayan avukat Bediye Hanım İstanbul Barosu’na kayıt olmuştur.

1928′de İstanbul Fen Fakültesi’nden mezun olan 5 bayan kimyacı Türkiye için bu dalda ilk örneklerdir. Yine bu yıl ilk kez bir kız öğrenci Yüksek Mühendislik Okulu’na girmiştir.

1928′de çıkarılan "Türk kadın doktorların on sene müddetle hizmet-i mecburiyeden muafiyetleri hakkında kanun"5 ile mecburî hizmetten çekindikleri için doktor olmak istemeyen kadınların tıp mesleğine ilgi göstermeleri sağlanmıştır. Nitekim 1930′dan itibaren kadın doktorlar görev yapmaya başlamışlardır.

1928′de amacı annelerin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek ve çalışan anneler için kreşler açmak olan Himaye-i Etfâl Kadın Cemiyeti kurulmuştur.

1933′te Kız çocuklarına meslekî eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü oluşturulmuştur.

1936′da Kadınların çalışma hayatına düzenleme getiren İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.

Türk kadınlarının siyasî hayata atılmaları konusunda da ilk adım III. TBMM döneminde atılmış, 3.4.1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu’yla kadınlara Belediye meclislerine üye seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.6 Bunu daha sonraki dönemde 1934 yılında yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanıması izleyecektir.

Kadınlar seçme ve seçilme haklarını modern batı toplumları olan Fransa’da 1946′da, İsviçre’de ise 1971′de elde edebilmişken Türkiye’de 1934′ten itibaren bu hakkı kullanmaya başlamışlardır. Ancak bu hakkı yeterince kullandıkları söylenemez. Çünkü bu hakkı elde ettikleri 1935 seçimlerinde milletvekili olan 18 kadın üye meclisin %4.8′ini meydana getirirken bu orana bir daha ulaşılamamıştır.7 Bu durum Türk kadınının elde ettiği hakları kullanmaktaki isteksizliğini göstermektedir.

Toplum hayatında kadınlara sağlanan eşitlik, çok geçmeden kendini hissettirmeye başlayacaktır. Kadınlar her türlü meslek dallarına ilgi göstererek başarılı hizmetler yapmaya başlamışlardır. Daha önce hiçbir Türk kadınının görev almadığı alanlardan biri olan Avukatlık mesleğinde ilk Türk kadın avukatı olma unvanına sahip olan Beyhan Hanım ilk duruşmasına 28 Kasım 1928′de İstanbul 1.Ticaret Mahkemesinde katılmıştır.8

Kadınlara bu hakları veren Atatürk’ün ve Cumhuriyetin onlardan beklentileri de vardır. Bu beklentileri Atatürk çeşitli vesilelerle şöyle dile getirmiştir.

31 Temmuz 1932′ de Türkiye güzeli Keriman Halis’ in, Belçika’ da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk O’na "Ece" unvanını verir ve Türk kadınına şöyle seslenir:

" Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabiî buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabiî güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz .. .Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır."

Dünyada milletler arası ilk kadın kongresi 18 Nisan 1935′ de Atatürk’ün himayesinde İstanbul’da toplanmış ve bu kongreye dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar katılmıştır. Atatürk "Milletler arası İlk Kadın Kongresi" delegelerine şöyle seslenir:

"Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz."

Atatürk, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."

Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, şöyle demektedir:

"Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir."

Türk kadını, yüzyıllardır özlemini çektiği haklarına sahip olmada; en azimli, inançlı ve güçlü desteği Atatürk’ ten almış ve çağdaş ülke kadınlarının önüne geçmiştir. Yapılan inkılâplarla Türk toplumunda kadın erkek eşitliği yolunda önemli adımlar atılmıştır. Türkiye’nin çağdaşlaşmasında ve kalkınmasında kadın erkek her ferdin katılımı sağlanmıştır. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren süratle sağlanan bu hakları Türk kadınlarının tam anlamıyla kullandıkları söylenemez. Kullanılmayan bir hakkın kağıt üzerindeki varlığı ise hiçbir önem taşımamaktadır.

Türk kadını, Atatürk’ün kendilerine olan güvenine lâyık olabilmek için haklarını sonuna kadar kullanmalı ve Atatürk’ün emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini O’nun istediği gibi ilelebet yaşatmak ve geleceğe güvenle bakabilmek için, erkeklerle el ele çalışarak O’nun gösterdiği ışıklı yolda ödün vermeden yürümelidir.


NOT: Bu konferans, Atatürk Araştırma Merkezi adına 3 Kasım 2003 tarihinde Atatürk Teknik, Anadolu Meslek Lisesinde verilmiştir.

1 Utkan Kocatürk, "Atatürkçülük, Atatürk İlke ve İnkılâpları", Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 1992, s.83.

2 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, Milli Eğitim Bakanlığı yayını, İstanbul, 1997.

3 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.89.

4 Cemal Avcı, III.Dönem TBMM’nin Yapısı ve Çalışmaları. Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2000, s. 147-149.

5 TBMM Zabıt Ceridesi, c:4, s.239-240, 244-246; Resmî Gazete, 29.5.1928.

6 Resmî Gazete, 14.4.1930.

7 Emet Doğramacı, "Siyasette Türk Kadını", Kastamonu’da İlk Kadın Mitingi’nin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyuma, Ankara 1996, s.212.

8 Milliyet Gazetesi, 29.11.1928.

Emoji ile tepki ver!

Bu Haberi Paylaş :


Benzer Haberler
    1 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (1)