adscode
adscode

Vakıf Üniversiteleri Tıp Fakülteleri Ve Tıp Eğitiminde Durum

İnsanlık tarihinin en kadim mesleklerinden olan tıp doktorluğu, antik çağlardan bu yana eğitimini de kendi içerisinde barındıran bir meslektir.

Vakıf Üniversiteleri Tıp Fakülteleri Ve Tıp Eğitiminde Durum
Eğitim

Prof. Dr. Cem BAYKAL

Kadın Hastalıkları ve Doğum ve Jinekolojik Onkoloji Uzmanı

Florence Nightingale Hastaneleri, İstanbul.

 

 

İnsanlık tarihinin en kadim mesleklerinden olan tıp doktorluğu, antik çağlardan bu yana eğitimini de kendi içerisinde barındıran bir meslektir. Modern çağ öncesinde bile usta çırak ilişkisi içinde yürüyen bu eğitim, hekimlik ve cerrahlık olarak iki farklı meslek olmaktan çıkıp tek bir mesleğin alt branşları haline gelmiş, zaman içinde usta çırak ilişkisi değişmese de değişik ustalardan eğitim alan değişik çıraklar mantığı içinde yürüyerek aslında bir açıdan standart hale getirilmeye başlamıştır.

Ülkemizdeki tıp eğitimi de modern çağlardan itibaren dünyadan, özellikle gelişmiş batı ülkelerinden geri kalmayacak şekilde kaliteyi yakalamış, Osmanlı İmparatorluğu zamanında fakülteler kurulmuş, yurtdışına eğitime gönderilen doktorlar sayesinde gelişmelerden ve tıp eğitimindeki yüksek düzeyden geri kalmamıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte de tıp üzerine en çok düşülen eğitimlerden birisi olmuş ve ülkemizde çoğu batı ülkesinden daha iyi bir tıp eğitimi verilmiştir. 1990lı yıllara gelinceye kadar da cumhuriyetimiz miras olarak aldıkları ve onların yanına koyduğu yeni tıp fakülteleriyle ülkemizin tıp doktoru ihtiyacını karşılamaya çalışmış, bunu yaparken de kalite ve eğitimden ödün vermemiştir.

 

1990ların başlarından itibaren ülkemizde yasal ortamın uygun hale getirilmesiyle, vakıf üniversiteleri, alışılmış devlet üniversitelerinin küçük ve çelimsiz kardeşleri olarak doğmuş, zamanla emeklemiş, ayakta durmuş ve yürümeye başlamışlardır. Bünyelerinde tıp fakültelerinin ve dolayısıyla hastanelerinin açılmasıyla da hem tıp eğitimi dünyasına hem de ülkenin sağlık hizmetleri sektörüne adım atmışlardır. Kimi, devletin sosyal güvenlik hizmetiyle ilişik kurmadan özel hastane mantığıyla hizmet vermeyi seçmiş, kimisi de bir devlet kurumu gibi sosyal güvenceli hastaları kabul ederek ülke sağlık sistemiyle daha iç içe bir konum kazanmıştır. Günümüzde eksikleri ve farklılıkları olsa da devlet tıp fakülteleriyle yarışabilir konumda olan vakıf üniversitesi tıp fakülteleri olmakla birlikte, eğitim, donanım ve kadro olarak çok geride olan örnekler maalesef daha fazladır.

 

Geldiğimiz noktada topluma ve bilime yansıyan en önemli faktör ise devlet ya da vakıf üniversitesi tıp fakültelerinden mezun genç doktorlarımızın eğitim, donanım, teknolojiye aşinalık ve yetişmişlik düzeyi olarak ne kadar “yeterli” oldukları konusudur. 6 yıllık tıp eğitimi sonrası mezun olarak tıp doktoru diplomasını alan bir meslektaşımızın okuduğu süreç boyunca, sınavları, notları, klinik değerlendirmeleri sadece kendi fakültesine, öğretim üyelerine ve şahsına münhasır kapalı bir kutu durumundadır. Daha açık bir ifadeyle, bir fakültenin eğitim düzeyi içinde orta dereceyle mezun olmuş bir genç doktor, diğer bir fakültenin sınav ve eğitimi içinde değerlendirildiğinde en üst not düzeyini yakalayabilecek durumda olabilmektedir. Tıp fakültelerindeki eğitim, ders, sınav ve klinik deneyim düzeyleri arasında kâğıt üstünde bir ortak nokta var olduğu düşünülse de özellikle insana bağlı faktörler nedeniyle gerçek böyle değildir.

 

Birçok meslekte ve mesleki eğitimlerde olmayan bir ölçme değerlendirme imkânı olan “Tıpta Uzmanlık Sınavı” (TUS), tıp fakültesi mezuniyetinden sonraki aşamada tüm doktorları –ideal bir yöntem olmamakla birlikte– bir tartıya çıkarsa da bu durum, sadece uzmanlık eğitimi alacak olan genç meslektaşlarımızı değerlendirmektedir. Bu sınavda başarılı olup uzmanlık eğitimine başlayamayan doktorlar da işsiz kalmadan ülkenin pratisyen doktor ihtiyacı gereği görevlendirilmektedirler. Yeni mezun pratisyen doktorlar arasında, TUS’u kazansın ya da kazanmasın, görev vereceğiniz bir devlet hastanesinde yaşı ve tecrübesi çerçevesinde üstleneceği her görevi rahatlıkla yapabilecek yeterlikte meslektaşlarımız varken, hayatında hiç hasta muayene etmemiş, reçete yazmamış, hatta dikiş atmamış meslektaşlarımız da bulunmaktadır.

 

2000li yıllarda devlet tıp fakülteleri arasında çınar ağacı konumundaki tıp fakültelerimiz ile yeni kurulan ve “iki baraka, iki hoca “olarak eleştirilen devlet tıp fakülteleri mezunları arasında da konu olan bu fark, genç fakültelere öğretim üyesi takviyesi, fiziki ihtiyaçların devlet eliyle tamamlanması ve üniversiteler arası yardımlaşma ile hızlıca aşılmış ve sorun oldukça giderilmiştir. Örnek vermek gerekirse, günümüzde Hacettepe Üniversitesi ya da İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi mezunu olan genç meslektaşlarımız ile Anadolu’daki üniversitelerinden mezun olanlar arasında “uçurumsal farklar” bulunmamakta,  birebir eşit olamayacağını bilsek de söz konusu fark, kurumların geçmişi ve oturmuşluğu arasındaki farklarla orantılı, makul düzeylerdedir.  Bunda en önemli etken ise devlet üniversitesi tıp fakültelerinde -eski olsun, yeni olsun- aynı kanunlar, genelgeler, kadrolar ve ödeneklerle hizmet verilmesi ve iktisadi olarak bir kâr-zarar ya da fizibilite kaygısı güdülmeden, “eğitim” kaygısıyla çalışılmasıdır. Kuşkusuz eski zamanlardan beri devlet üniversiteleri tıp fakültelerinde de eğitime zaman ayırmayan hocalar, sadece hasta bakıp hasta başı eğitiminde öğrenciyi angarya gören öğretim üyeleri şikayetleri olmuştur ancak buna rağmen alınan eğitim ve yetişme düzeyi “iyi” altına düşmemiştir. Günümüzde devlet üniversitelerinde tıp eğitimi de kötüye gitmektedir ve bu tartışılmaktadır ama bu “amaç” değişimi sonucu değil sadece politikalardaki sorunlardan kaynaklanmaktadır. Oysa vakıf üniversiteleri tıp fakülteleri her ne kadar aynı kanunlara tabi olsalar da büyük çoğunluğu yatırım, eğitim, donanım, akademik kadro ve beklenti olarak bambaşka bir dünyada yaşamaktadırlar.

 

Bu makalenin yazarı devlet üniversitesi tıp fakültesi mezunu (Hacettepe Üniversitesi) olup yine aynı üniversitede uzmanlık eğitimini tamamlamış, üzerine bir devlet hastanesinde eğitim kadrosunda görev yapmıştır. Devlet tarafından cerrahi becerisini geliştirmek üzere yurt dışına gönderilmiş ve sonrasında da değişik vakıf üniversitesi tıp fakültelerinde beşer yıl çalışmış bir tıp doktoru olarak, ülkemizdeki bu sorunun tıbbi tarafını değerlendirirken, bu tıbbi tarafın problemleriyle direk ilişkili olan maliyet ve ekonomik yönünü de gözlemlemiştir.

 

TIP EĞİTİMİNDE TARAFLAR:

Hangi ülke olursa olsun devlet kendi halkının sağlığı ve geleceği için tıp eğitimini planlar ve kontrol eder. Bu kamu kurumları eliyle olabildiği gibi özerk kurumlar yoluyla da olabilmektedir. Her iki yöntemde de ülkenin nüfus projeksiyonları, doktor ve uzman doktor ihtiyaçları ve hatta gelecekte gerekli olan öğretim üyesi ve fakülte sayısı bile devlet tarafından öngörülür ve planlanır. Devlet olarak nitelediğimiz “sistem”, bu planlamalarda ve denetlemelerde hem planlayıcı hem de hizmet alıcı konumda olduğu için, en fazla yetkiyi ve hakkı da elinde tutmaktadır.

 

Devletin dışında bu sektörde rol alan diğer bir taraf ise bu eğitimi almaya ve yetiştirilip doktor olmaya, sonrasında uzmanlık eğitimi alıp branşlaşmaya aday durumda olan öğrencilerdir. Kuşkusuz bu tarafın ana amacı dünyayla eşdeğerde bir tıp eğitimini herkese eşit uzaklıkta olacak şekilde elde edebilmek ve sonrasında da tıp doktoru olarak halka sağlık hizmeti verebilmektir. Üçüncü taraf olan üniversiteler ve bünyelerindeki tıp fakülteleri ise aslında teorik olarak devlet mekanizması tarafında yer alırken, bir yanda devlete ya da kurumlara hizmet satmakta, öte taraftan devletin beklentisine ve planlarına uygun sayıda ve nitelikte doktor yetiştirmek sorumluluğunu taşımakta, yine başka bir açıdan tercih edilen bir üniversite olabilmek, sıralamalarda yukarıda yer almak ve ekonomik döngüsünü yürütebilmek zorunluluğunu hissetmektedir. Zincirin burada en az bahsedilecek olan halkası olan sağlık hizmeti talebindeki halk ise devlet tarafından temsil edildiği için tıp eğitimi tartışmasında sadece edilgen bir konumdadır.

 

1-Devlet

Düzenleyici, denetleyici ve aynı zamanda hizmet alıcı olan devlet, tıp eğitiminde yapılan her hatayla aslında kendine zarar vermektedir. Bir ülkede sağlık hizmetini yürütecek, yurttaşların sağlığını modern tıbba uygun şekilde yönetecek doktorlar olmadığında bundan etkilenmeyecek hiçbir sektör ve taraf yoktur. Bu yüzden de her devlet bu eğitimi ve hizmeti en azından ortalamanın üzerinde tutmak için çaba gösterir. Bu yüzden tıp eğitimini veren kesimin içine yine devletin izniyle eklenmiş olan vakıf üniversitesi tıp fakültelerindeki eğitim ve hastanecilik hizmeti de denetlenmek ve standardize edilmek zorundadır.

 

Ayrıca devlet, mezun olan her tıp fakültesi öğrencisini “eşit” tıp doktorları olarak kabul etmekte ve bir pratisyen doktordan beklenen tüm beceri ve bilgiye sahip olduğunu var saymaktadır. Bu nedenle görevlendirme ve hizmet sırasında 100 yıllık devlet üniversitesi tıp fakültesi mezunu öğrenciyle, ilk mezununu vermiş bir vakıf üniversitesi tıp fakültesi mezununu aynı 112 acil ambulansına, aynı sağlık ocaklarına ya da acil servislere atamaktadır. Zorunlu hizmet nedeniyle eğitim ve becerisinin yetersiz olduğunun kendisi de farkında olsa bile, yeni mezunun yapacağı bir şey yoktur. Bu doktor, zorunlu hizmete gitmemek, atandığı yerdeki hizmeti yürütecek bilgi ve beceriye sahip olmadığını belirterek görevden çekilmek ya da eğitimini tamamlamak için ek eğitim talep etmek gibi hakları olmadığı için devlet tarafından rastgele kurayla, bazen 112 acil servis ambulanslarına bazen de en yoğun hastanelerin acil servislerine atanmaktadır. Bu hem doktorun kendisi için, hem sağlık hizmeti peşindeki hasta vatandaş için, hem de iyi ve kaliteli sağlık hizmetini vatandaşına sağlamakla yükümlü devlet için bir çözümsüzlük oluşturmaktadır. Bu durumdaki genç doktor yetersizlik ve işini iyi yapamamanın çaresizliğiyle bocalarken, vatandaş gördüğü hizmet eksikliği ile sağlığından olmakta, doktora güveni sarsıldığı için sorumlu olan devlete göstermesi gereken tepkiyi doktora göstermekte ve sonuç olarak devlet tarafı da eğitime, personele, donanıma ve organizasyona kaynak ayırmaya çalıştığı halde kötü bir hizmet vermek durumunda kalmaktadır.

 

Maalesef mezuniyet sonrası göreve başlayan doktorlarımız üzerinde bir mezuniyet sonrası değerlendirme, geliştirme ya da sınıflama faaliyeti yoktur. Kontrol edilebilirlik, değerlendirme ve geliştirme organizasyonları mutlaka bir üst kurum tarafından sağlanmak zorundadır. Ancak bunun için en mantıklı taraf olan meslek odası, yani Türk Tabipler Birliği bu çalışmaların dışında tutulmaktadır. Oysa sivil toplum kuruluşları -çoğu gelişmiş ülkede olduğu gibi- bu süreçlerin içine alındıkça organizasyon ve kalite artacaktır. Türk Tabipler Birliği, Öğretim Üyeleri Dernekleri, Tıp İhtisas Dernekleri yanında Tıp Eğitimi Dernekleri ve en önemlisi öğrenci temsilcilikleri bu sistemin içine kontrol edici ve taraf olarak dahil edilmedikçe ülkemizdeki tıp eğitimi gittikçe daha kötüye gidecektir ve gitmektedir. Bu sağlandığı takdirde olay 2-3 yılda bir değişen, kontrol edilmeyen, sonuçları için hiçbir ölçme değerlendirme yöntemi uygulanmayan politikalardan uzaklaşıp, ortak aklın ve sorunun parçalarının hepsinin sorumluluk ve pay aldığı bir noktaya erişecektir. Böyle bir ortak arayış öğrencilerin eksikleri ve eğitimlerindeki yetersizlikleri sebep ve sonuçlarıyla ifade edebileceği, eğitim vericilerin bu sorunların kendi taraflarındaki nedenlerini saptayabileceği ve devletle beraber ortak amaca yönelik mantıklı -siyaset ve günlük çıkarlardan arınmış- çözümler bulabileceği bir “şûra” ortamını getirecektir. Şûra kelimesi bilinçli olarak kullanılmış olup uzun yıllardır sorunlu ya da eksik olsa da yürütülen Milli Eğitim, tarım ya da askeri Şûra gibi uygulamalarda –hiç yoktan iyi düzeyinde de olsa– ortak akıl aranırken, sağlık sistemi ve eğitimi nedense her biri birbirinden kopuk, zıt, uzlaşmasız ve hatta tek kişinin etkinliğinde politikalarla yürümektedir. Yüksek öğretimin düzenleyicisi konumdaki YÖK, sadece bürokrasi ve kurumsal denetlemelerle uğraşırken, elinde ülkedeki tıp fakültesi mezunlarının uluslararası değerlendirme sınavları ya da benzerlerindeki ortalama başarısını, doktor beceri düzeylerini kıstas alan ya da fakülteler arası karşılaştırmaya olanak sağlayan bir sistem bulunmamaktadır. Bu konu için ülkemizde şu anda kullanılabilecek tek ölçüt Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) olup, mantık ve uygulama açısından zaten sorunlu olan bu sınavın sonuçları bile fakültelerin eğitimi ve düzeyi açısından yaptırım amaçlı kullanılmamaktadır. TUS sonuçları üniversite yönetimlerinin kendi yerlerini bilmesi, öğrencilerin de isterlerse üniversite tercihi yaparken göz önünde bulundurması dışında bir işe yaramamaktadır çünkü bir yaptırımı ya da düzenleyici kullanımı yoktur.

 

Üniversite ve tıp eğitiminde devletle vakıf üniversiteleri arasında bulunan dev uçurumun giderilmesinde etkili olacak diğer bir yöntem de akademik çalışma, özlük hakları, ders içerikleri, öğretim üyesi yeterlilikleri ve çalışan güvencesi konularının devlet eliyle kontrol edilmesi ve kurallara bağlanmasıdır. Ders, öğrenci eğitimi, akademik araştırma ve yayın gibi üniversiteye ait olması gereken fonksiyonları göz ardı edip sadece ve sürekli hasta bakımı ve kuruma gelir yaratılması beklentisi içinde olan üniversite ya da hastane yönetimleri, bu hırslarını öğretim üyesine dikte ettiklerinden, buna karşı çıkılması mümkün olmamaktadır.

Niyeti para kazanmak olan ve üniversite hastanesine sadece bu gözle bakan bir yönetimin baskısına akademik kaygı ve namusuyla karşı koyacak bir öğretim üyesinin işinden olması, ya da akademik kariyerinin engellenmesi gibi alışıldık durumlar karşısında başvurabileceği tek hukuki korunak -SGK lı bir işçiden farksız olarak- iş mahkemesinde en az 2 yıl sürecek bir dava açmak, işe iade ya da bir kaç maaş tazminat almaktır. Şu anda YÖK tarafından kurala bağlanmış haftalık hasta, ameliyat ya da ders saati sınırlamaları yoktur. Çoğu vakıf üniversitesinde, haftada 45 saat olan resmi çalışma saatinin hepsi hasta bakmaya ayrılmış olup, ne bir akademik faaliyet zamanı, ne araştırma ne de asistan eğitimi düşünülmemiştir, yönetimlerce taciz edilmeyen zaman aralıkları tanımlanmamıştır. 45 saatin hepsinde randevuları açık olan, bu zamanın hepsinde ya poliklinikte hasta bakan ya da ameliyatta olan öğretim üyesinin ne zaman makale saatleri düzenleyeceği, ne zaman kendi araştırmaları için zaman ayıracağı, en önemlisi ne zaman öğrenci ya da asistana bilgi ve becerilerini aktaracağı meçhuldür. Öyle ki şu anda kendisi üniversite hastanesi olduğu halde tıp fakültesi öğrencilerini hastalarıyla buluşturmayıp belli bir ücret karşılığı pratik eğitim için devlet hastanelerine gönderen fakülteler mevcuttur. Bu acilen yasaklanmalı, öğrenci karneleri yoluyla öğrenciye verilmesi gereken ve verilen teorik ve pratik eğitimler standardize edilmelidir.

 

Özel hastanede hekimlik yaparken sadece kâğıt üzerinde bir üniversitede öğretim üyesi kadrosunu doldurma karşılığında profesörlük verilmesi, hiçbir yayını ya da akademik faaliyeti olmayan insanların sadece -benim kadrom dolu görünsün senin de akademik sıfatın olsun anlayışıyla- üniversitede öğretim üyesi yapılması,  yardımcı doçentlik kadrolarının vasıfsız alınan sıfat durumuna düşürülmesi gibi akademik ayıplara bir an önce son verecek çözümler bulunmalıdır. Bu yazının yazarı, İngilizce tıp fakültesi adı altında yabancı öğrenciler barındıran kurumlarda adını söylemekten öte İngilizcesi olmayan ve İngilizce ders anlatması imkânsız olan kişilerin öğretim üyesi yapıldığını ve sıfat verildiğini görmüş, öğrencilerin bu duruma isyanının da “Hasta başında nasılsa Türkçe konuşulacak, sen de hazırlık sınıfında Türkçeyi iyi öğrenseydin,” yanıtıyla bastırıldığını ancak “O zaman burası neden İngilizce tıp?” sorusunun yanıtlanamadığını görmüştür. Maalesef “-miş gibi yapmak” tıp eğitimimizde gittikçe daha sıradan hale gelmektedir.

                                   

Vakıf üniversiteleri tıp fakültelerinin kontrolsüz ve ülkemiz tıp doktoru kalitesi ve sağlık sistemini dibe çeken, “Beni Türk doktorlarına emanet ediniz,” anlayışındaki güvenden bugünkü  “İyileşmek için arayıp iyi doktor bulmak lazım,” çaresizliğine gelmemizi sağlayan standartsız halinin düzeltilebilmesi için zorunlu diğer bir önlem de vakıf üniversiteleri tıp fakültelerinin temel donanım, bütçe ve işletme planı sahibi olmalarının devlet eliyle sağlanmasıdır. Bir tıp fakültesinin öğrenci başına ayırması zorunlu olan alt sınır bütçe, ve bu bütçenin gerçekten eğitime harcanıp harcanmadığını kontrol edecek mekanizma nedir? sorusu yanıtlanmalıdır. Bu bütçeyi oluşturan bileşenler kadavra bedelinden laboratuvar giderlerine, eğitim amaçlı vakaların sağlık katılım payı giderlerinden, zorunlu öğretim üyesi giderlerine kadar değişik kalemlerden oluşur ve hesaplanması çok zor değildir. Bunun yanında araştırma fonu olmayan, araştırma için ayrılmış bir zorunlu bütçesi ya da zaman tahsisi olmayan bir kurumun tıp fakültesi olamayacağı gibi üniversite de sayılamayacağı açıktır. Bütün bunlar temel şartlar olarak hesaba katılmalı, ayrıca yılda belli sayıda araştırma, yayın ve bilimsel faaliyeti olmayan üniversitelere yatrırım uygulanmalıdır. Üniversiteler arası sıralamada ilk 10 da yer alan vakıf üniversitelerimiz olmasına rağmen aynı üniversitelerin tıp fakültelerinin sıralamada çok daha aşağılarda bulunmasının açıklaması da sektör içinde yapılmak zorundadır.

 

2-Tıp Öğrencisi

Lise son sınıfta girilen bir merkezi değerlendirme sınavı ile tıp fakültesini kazanabilmek ve sonrasında 6 yıllık bu eğitimi tamamlayıp “doktor” olabilmek isteğindeki gençlerimiz 1990lı yıllara kadar bu iş için tek seçenek olan devlet üniversiteleri tıp fakültelerini tercih etmek ve oldukça yüksek puan ve sıralamalarla girebildikleri bu okullarda standardize olmuş bir eğitim alıp benzer müfredata tabi olmak durumundaydı. Çok eski yıllarda merkezi bir yerleştirme yokken tıp fakültesine girmek ve sonrasında uzmanlık eğitimi alabilmek şans, tanıdık, şehir gibi faktörlere bağlı zor bir işken daha sonra hem üniversite giriş sınavlarının hem de tıpta uzmanlık sınavının merkezileştirilmesi hem de ulaşım ve bilgiye erişimin artması ile lise eğitiminde başarılı ve sınavda yeterli düzeyde bulunan her öğrencinin ulaşabildiği bir duruma gelmiştir. Kuşkusuz o zamanlarda da fakültelerin eğitim tecrübeleri, imkânları ve mezunlarının başarı durumu farklılık göstermekle birlikte, eşitlik ve yetişmişlik düzeyi benzerliği mevcuttu. Ancak daha sonra vakıf üniversitelerinin açılması ve tıp fakültelerinin de eğitime başlaması ile “fizibilite ve amortisman” kavramları ilk defa tıp eğitiminin içine girmiş, öğrenci giderlerinden öğretim üyesi maaşlarına, mekân planlamalarından, klinik eğitim sorunlarına kadar yepyeni dertler baş göstermiştir. Temel “kâr etme” kuralı maalesef çoğu vakıf üniversitesi tıp fakültesinin ve hastanesinin ana amacı konumuna gelmiştir.

 

Son on yılda ise vakıf üniversite sayısının patlar şekilde artması, bunların nerdeyse hepsinin tıp fakültesi açma hevesi, aynı zamanda düzenleyici konumdaki devletin de (Sağlık Bakanlığı ve yüksek öğretim kurumu) bu durumu doktor ihtiyacı nedeniyle olumlu görmesi sonucunda, özellikle büyük şehirlerde başımızı çevirdiğimiz her yerde bir özel hastaneye ve bunların neredeyse tamamında bir vakıf üniversitesinin uygulama ve eğitim hastanesi olduğunu gösteren bir tabelaya rastlanır duruma gelinmiştir.

Tıp fakültesi eğitiminin ilk 3 yılı tıp eğitiminin temeli ve en önemli kısmı olan “preklinik eğitimi”, temel tıp derslerinin yer aldığı son 3 yılı ise hastanede hasta başı eğitimiyle geçem “klinik eğitimi” olarak planlanmak zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle, her tıp fakültesinin bir uygulama hastanesi olmalı, bu hastanede öğrenciler her türlü teorik ve pratik eğitimi hastalar üzerinde hocaları gözetiminde almalıdır. Usta çırak ilişkisi şeklindeki tıp eğitimi yüzyıllardır bu şekilde devam etmektedir. Eskiden devlet üniversitesi tıp fakülteleri zaten kendilerine ait hastanelere sahip oldukları ve bu temel şart kabul edildiği için, çoğumuz Cerrahpaşa, Çapa ya da Hacettepe dendiğinde hem eğitimin verildiği hem de tam teşekküllü hastanelerinde hastalara ileri düzeyde sağlık hizmetinin verildiği kurumları anlayagelmişizdir. Ancak günümüzde tıp fakültesi açma iznini YÖK’ten alan bir vakıf üniversitesi için ilk 3 yıllık eğitimi vereceği dershaneleri ve birkaç laboratuvarı hazırlamak, bina sorununu aşmak kolay olmaktadır. Ancak ilk 3 yıl için temel bilimlerde nitelikli öğretim üyesi, sonrasındaysa eğitim hastanesi mantığında çalışacak bir hastane ve bir yandan sağlık hizmeti verirken bir yandan tıp eğitimi verecek klinik öğretim üyeleri temin etme kısmı ciddi bir problem olmaya devam etmektedir.

 

Öğrenci ise tercihini yaparken eskiden olduğu gibi tüm özellikleri ve düzeyleri herkesçe bilinen fakülteler arasında değil, yeri, hastanesi, fakülte binası ve olanakları pek bilinmeyen tıp fakülteleri arasında bocalamaktadır. Vakıf üniversitesi tıp fakültesi sayısının kısıtlı olduğu 2000li yılların başında bu sorun pek yaşanmazken, günümüzde fakültesi açılmış ve öğrenci alımına başlamış ancak henüz hastanesi ve öğretim kadrosu belli olmayan ya da bugün ilan ettiği öğretim üyesi kadrosu yarın değişen, bugün eğitim hastanesi olarak gösterdiği anlaşmalı özel hastaneyle şartlar ve gelişmeler nedeniyle  yarın yollarını ayırıp başka bir hastaneyle anlaşan tıp fakültelerine sık rastlanır olmuştur.

 

Yakın zamana kadar tıp fakültelerinin puan düzeyleri ve mezunlarının başarıları o kurumun tek ve gizli reklamıyken günümüzde üniversite giriş sınavlarının sonuçlarının açıklanmasıyla beraber tüm medyada, sokaklarda ve hatta cep telefonu mesajlarında başlayan vakıf üniversitesi reklam bombardımanı ise tam anlamıyla rahatsız edici ve alışılmadık durumdadır. Tamamen sanal vaatler, olmayan hastanenin olmayan hizmetleriyle yapılan reklâmlar ve “erken gelene %50, olmazsa bir % 10 da bizden” benzeri duyurular serbest pazar ekonomisinin eğitime yansıması olarak düşünülse de devlet üniversitelerindeki tercih edilirliğin temel sebebinin iyi eğitim verilmesi olduğu gerçeği, bu kurumların çoğunda çoktan unutulmuş durumdadır.

 

Bir öğrencinin tıp fakültesi tercihinde en son yer alması gereken faktör verilen indirim ya da kampüsün yeşilliği, bir yüzme havuzunun olması ya da deniz görmesi olmalıdır. Bunlar, ancak eşit ve kanıtlanmış derecede iyi eğitim veren fakülteler arasında karar verirken düşünülecek ya da reklâmı yapılacak faktörlerdir. Oysa dikkat edilecek olursa, vakıf üniversitelerinin tercih reklâmlarında ne branş ve alt branşlardaki öğretim üyesi kadrosundan, ne öğrencilerinin TUS başarılarından ne de öğrencilere verilen pratik eğitimde nelerin sağlandığından bahsedilmektedir.  Tercih aşamasındaki karmaşadan bir şekilde sıyrılıp ya da sıyrılamadan gelişigüzel şekilde bir vakıf üniversitesi tıp fakültesine giren öğrenciyi ise yine devletteki arkadaşlarından çok farklı sorunlar beklemektedir.

 

Bu sorunlardan ilk bahsedilmesi gereken, temel bilimler öğretim üyesi sayısının zaten yetersiz olduğu ülkemizde, vakıf üniversiteleri tıp fakültelerindeki öğrencilerin, devletteki arkadaşlarıyla karşılaştırıldığında, temel bilimler alanındaki öğretim üyelerinin nicelik ve niteliği konusunda ciddi bir dengesizlikle karşı karşıya bırakılmasıdır. Anatomi, fizyoloji, patoloji, mikrobiyoloji ve farmakoloji gibi tıbbın temeli olan konularda kendi ihtisasını yeni tamamlamış tek bir yardımcı doçentten oluşan anabilim dalları, kadavra eğitimi veremeyen anatomi laboratuvarları, maliyet ve masraf kaygısıyla kıvranan öğrenci eğitimleri gibi sorunlar vakıf üniversitelerinde öğrencileri temel bilimleri sadece kitaptan okuyarak öğrenmek zorunda bırakmaktadır ki insan üzerinde çalışan ve “ruhu” pratik ve beceriden oluşan tıp eğitimi için bu, kabul edilemez.

 

Vakıf üniversitelerinde asıl sorun öğrencileri ilk 3 yıldaki temel teorik eğitimi bir şekilde bitirip klinik eğitim sürecine başladıkları 4. sınıfta beklemektedir; bu öğrenciler devlette olduğu gibi hocaları ve öğrencileriyle varoluş amacı eğitim olan ve fakültenin kendisine ait bir hastane yerine, eskiden özel bir hastaneyken anlaşma ile bir gecede üniversitenin eğitim hastanesi konumuna gelmiş bir binada eğitim görmek zorunda kalmaktadırlar. Özel hastane mantığı gereği de hasta bakılırken, ameliyat yapılırken öğrenci katılımı sadece seyretmekle sınırlı kalmakta, “Ben para verdim özel hastaneye geldim, seçtiğim doktor dışında kimseyi dokundurtmam,” mantığındaki hasta grubu el üstünde tutulmaktadır. Bu hastalar devlet tıp fakültesi eğitim hastanelerinde, “Burası üniversite hastanesi, bu şekilde çalışır, hepimiz böyle yetiştik, isterseniz başka hastaneye gidebilirsiniz,” yanıtıyla karşılaşırken maalesef tecrübeyle sabittir ki vakıf üniversite hastanelerinde bu istek kabullenilmekte ve öğrenci sadece tribündeki seyirci konumunda kalmaktadır.  Bunun sonucunda da öğrenciler tıp fakültesinden mezun olurken, edinimi zorunlu olan birçok beceriden yoksun olarak diploma almaktadır. Tıp eğitimi sırasında yapılmış olması gereken temel dahili ve cerrahi işlemlerden kaçının öğrenci tarafından tecrübe edildiği meçhul olup, hocalar ve fakülteyle ters düşüp başlarına bir şey gelmesinden korkan öğrencilerden de bu yönde bir talep gelememektedir. Tıp fakültesi son sınıfına gelmiş bir öğrencinin belli muayeneleri, basit bir enjeksiyonu yapamaması, bir idrar sondası takamaması, bir açık yarayı dikememesi kabul edilemez ve bu durumdaki öğrenci tıp doktoru olarak adlandırılamaz. Mezun olmasına bir ay kalmış bir intörnün, “İlk defa idrar sondası taktım,” sevinci aslında tüm taraflar için bir trajedidir. Bir defa sonda takan, bir kez enjeksiyon gören, hiç damar yolu açmamış, dikiş atmamış tıp fakültesi mezunu hepimizin utancı olmalıdır. İntörnlüğünde cut-down sayısını, lumbal ponksiyon becerisini yarıştıran nesillerin bir sonraki nesle vereceği eğitim bu duruma geldiyse, bu gidişat alarm vermektedir.

 

Ayrıca özel hastane mantığıyla çalıştırılan vakıf üniversitesi hastanelerinde öğretim üyeleri hakediş-prim sistemi denilen bir sistemle, baktıkları hasta, yaptıkları ameliyat ve işlemlerle orantılı maaş aldıkları için ister istemez ders ve öğrenci eğitimi ikinci plan düşmekte, bu eğitim faaliyetinin bir getirisi olmadığı için angarya olarak görülebilmektedir. YÖK’ün tıp fakültesi öğretim üyelerinin hiç hasta bakmasa, ameliyat yapmasa bile öğretim üyesi olduğu için alması zorunlu olan maaşların akademik derecelere göre ne olduğu, bu maaşın ödenip ödenmediği ya da söz konusu ücretin hasta bakıp ameliyat yaparak kazanılan prim içinde ödenmiş olarak gösterilip gösterilmediği gibi başlıkları kontrol edebileceği bir sistem getirilmedikçe, bu sorun çözümsüz kalacaktır. Getirilebilecek başka bir çözüm ise YÖK tarafından öğretim üyelerince anlatılan derslerin (teorik ve pratik) saat ücretlerinin standart olarak belirlenmesi ve ödenmesinin sağlanmasıdır. Hasta bakarak ve ameliyat yaparak maaşını sağlamak derdine düşürülen öğretim üyesi, dersi hazırlamak, anlatmak ve öğrencinin eğitiminden emin olmak gibi konulara ancak bu şekilde daha rahat yönelebilir.

 

Öğrenci eğitimindeki bir diğer ana sorun ise eğitim müfredatının standardize olmaması, kâğıt üstünde öyle gösterilse bile preklinik ya da klinik derslerin sayısı, içerikleri, bu derslerde mutlaka işlenmiş olması gereken -olmazsa olmaz- içeriklerin saptanmamış olmasıdır. Branşım içinden bir örnek gerekirse “dönem 3 öğrencisine Kadın Hastalıkları ve Doğum derslerinde anlatılan teorik içerik, ders sayısı ve pratik eğitimi sonrası dönem dörtte stajda anlatılacak derslerin çeşitliliği ve pratikleri nasıl gelişmelidirDönem 6’da bir intörn öğrencinin görmesi, yapması ve sorunsuz yapabilir hale gelmesi gereken işlemlerin olmazsa olmazları nelerdir? Bu gereklilikler öğrenciye deklare edilmiş midir? Bunu almadığını düşünen öğrencinin eğitiminin tamamlanmasını kime ve nasıl talep edebileceği belli midir?” Gibi soruların yanıtları resmi olarak saptanmalıdır. Bütün bu soruların yanıtları bazı vakıf üniversitelerinde devlettekiler gibi net ve yeterliyken, çoğu vakıf üniversitesi tıp fakültesinde dikiş atmadan, doğuma katılmak bir yana doğum görmeden mezun olan öğrenciler çoğunluktadır.

Birçok devlet üniversitesi tıp fakültesinde maliyet ya da sene kaybeden öğrencinin bir yıl fazla okul ücreti ödeyecek olması gibi kavramlar olmadığı için öğrenci başarılı değilse sınavdan, stajdan ya da -tüm seneyi kaybedecek şekilde- sınıfta kalabilir. Yıllardır aynı öğretim üyeleriyle anlatılan dersler ve stajlar nedeniyle öğrenilmesi gerekenler kadar öğretilenler de standartlaşmış, eğitim kurumsallaşmıştır. Oysa vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin öğrenci başarı ve üst sınıfa/staja geçme istatistikleri incelenecek olursa, bazı kurumlarda öğrencilerin üniversite giriş ve tıpta uzmanlık sınavı puan ortalamaları düşük olsa da aradaki dönemde –fakültedeyken– şaşırtıcı bir şekilde,  sınavlarının tamamından mükemmel sonuçlar aldığı, kurum tarihinde sınıf tekrarı yapan ya da üst üste kaldığı için atılan tek bir öğrencinin bile olmadığı görülebilir. Bu kurumlarda rastlanabilecek tek başarısızlık, sınav ya da stajdan kalındığında, sorunun bir yaz okulu uygulamasıyla -bedeli ödenerek- aşılmasıdır. Bu satırların yazarı olarak, çalıştığım vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin çoğunda, anlattığım dersten yaptığım yazılı sınav ya da staj sonu sınavının istatistiklerini, başarı ya da başarısızlık dağılımını, hangi öğretim üyesince anlatılan dersin sorularında başarının daha düşük olduğu bilgisini içeren ya da tam başarı sağlayacak şekilde, basit sorularla sınav yapıldığı kaygısını aydınlatacak geri dönüşleri almamışımdır. Maalesef çok az kurumda ölçme değerlendirme sistemi bulunmakta ve bu istatistiklerin izlenmesine ve değerlendirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Tecrübelerim, dönem 3 öğrencileri için hazırlanan sınav sorularının koordinatörlükçe,  “Bu sorular çok zormuş, öğrenciler öyle dedi,” ifadesiyle geri gönderilip daha basit sorular istendiği durumları bile içermektedir. Bu gibi kurumlarda en önemli faktör öğrencinin her yönden “rahat ettirilmesi” olarak belirlendiği için, eğitim de herkesin sınıfını geçtiği ve diplomasını aldığı bir sabit süreç haline gelmekte,  öğretim üyeleri de “–miş gibi” yapmakla yetinmektedirler. 

Aslında her ne kadar TUS’un ideal bir ölçme değerlendirme yapmadığı mesleğimiz içinde bilinse de en azından ortak ve herkese açık bir sınav olması nedeniyle kullanılabilecek bir ölçüt olarak vakıf üniversitesi tıp fakültesi mezunu genç meslektaşlarımızın durumunu göstermek için kullanılabilir. Öğrencilerin tercih sırasında maruz kaldığı hiç de etik ve hoş olmayan tıp fakültesi reklamları yerine YÖK eliyle duyurulan bir TUS başarı sıralaması ve öğretim üyesi sayısı ve eksikliği gibi faktörlere göre yapılacak bir “kademeleme” işlemi bu tip sorunların büyük kısmını ortadan kaldırabilir. Zira öğrencileri bir şekilde 6. yılın sonuna getirmenin yeterli olmadığının, TUS başarılarının ve hangi “sınıf” tıp fakültesi olunduğunun açıklanması vakıf üniversitesi mütevelli heyetlerinin bu eğitime bakışlarını değiştirecek, eksik öğretim üyesi sayıları azalacak, maliyet ve kâr baskısı “iyi fakülte haline gelirsek öğrenci de hasta da nasılsa kendisi tercih edecek” anlayışına evrilecektir.

 

Tıp fakültesi mezun adaylarının gireceği bir merkezi “diploma sınavı” da gayet mantıklı bir çözüm olabilir zira stajlarını hiçbir hastaya el sürmeden geçiştirerek mezun konumuna gelen öğrencilerin “diploma garanti” anlayışı bu yolla ortadan kalkacaktır. Hiç kuşkusuz, bu durumda da şu anda bazı vakıf üniversitesi tıp fakültelerinde yönetim tarafından TUS’a hazırlık dershaneleriyle anlaşmalı olarak okul içinde verilen kurslar yerlerini “diploma sınavı” kurslarına bırakacaktır ancak bu bile bir gelişme sayılabilir. Bazı vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin başvurduğu ve aslında kendini inkâr etmek demek olan TUS dershaneleriyle anlaşıp son sene öğrencilerine intörn eğitimi yerine TUS hazırlık kursu verdirme yolu ise gerçekten utanç vericidir. Dolayısıyla, teorik ve pratik sınavını içerecek ve merkezi olarak düzenlenecek bir diploma sınavı, öğretimi TUS dershanelerine devretmeyi de engelleyecek ve fakültedeki eğitim önem kazanacaktır.

Meslek hayatım içinde eğitim amaçlı çalıştığım bazı ülkelerde uygulanan ve son sınıf öğrencisi intörnlerin staj ve sınavlarını merkezden belirlenen başka fakültelerde yapması ve bu yolla standart bir düzeyin sağlanmaya çalışılması da iyi bir çözümdür. Örneğin bir vakıf üniversitesinde intörn olmuş bir öğrenci, son yıldaki stajlarını devlet ya da vakıf olsun başka üniversite hastanelerinde yaptığında hem seviye farkları ortaya çıkacak hem de standardizasyon sağlanacaktır; zira öğrencileri diğer fakültelerde yetersiz bulunan bir fakülte mecburen ortalama düzeyi yakalama arayışına yönelecektir.

 

 

3-Üniversite

Hastanenin amacı:

Klasik ve alıştığımız anlamda üniversite hastanesinin amacı ne olmalıdır sorusu sanırım 20 yıl öncesinde saçma olarak nitelenecek bir soru olurdu. Zira bu sorunun yanıtı açık ve net olarak, yeni tıp doktorlarının yetişmesi, uzmanlık eğitimi verilmesi ve bu iki ana amaç için hizmet verirken aynı zamanda 3. Basamak hastane olarak halka ve ülkeye üst düzey sağlık hizmet verilmesi şeklindeydi. Akademik olarak diğer bir yan görevi de araştırma ve bilimsel katkı sağlama gerekliliği olan bu kurumlar, ne yazık ki vakıf üniversiteleri tıp fakülteleri ile birlikte –bir ya da iki tanesi hariç– tamamen işlev kaybı ve amaç kayması yaşamıştır.

 

Vakıf üniversiteleri tıp fakültesinde akademik kadrodaki öğretim üyelerinin kurumun eğitim hizmetlerini yürütmesi doğal olarak beklenirken, daha ciddi ve net bir beklenti ise aynı kişilerin üniversite hastanesindeki klinik hizmetleri yürütmesi, bu hizmeti yani hasta bakımı ve tedavisi işini ana amaç olarak görmesi, üstelik üniversitenin hastaneye ticari bir kurum olarak bakması nedeniyle, bu hizmetin mutlaka kâr şartıyla sürdürülmesidir.

Kuşkusuz ki ekonomik sürdürülebilirlik açısından bilançosunu artı tarafta tutması gerektiği düşünülen bu hastanelerin, eğitim verirken, araştırma yaparken zarar etmemesi beklentisi kabul edilebilir ancak vahşi kapitalizm kuralları içinde “daha çok kâr” beklentisindeki bazı yönetimlerce uygulanan ticari yaklaşımlar, eğitimi olduğu kadar hastalara verilen hizmeti de akademik olmaktan çıkarıp ticaret mantığına getirmektedir. Bir üniversite yönetiminin ve arkasındaki vakfın hastaneye yaptığı yatırımın fizibilitesi, amortismanı gibi faktörleri düşünmesi normaldir. Hatta hastane işletmecisi olmak için tıp doktorluğunun üstüne bilinmesi yeterli sayılan(!) EBITDA yani FAVÖK (Earnings Before Interest Taxes Depreciation and Amortisation-Faiz Amortisman ve Vergi Öncesi Kâr) kaygısının işletmedeki başarının ana unsuru sayılması da anlaşılabilir ancak bu işletme kavramlarının tıp eğitiminin başarısı, hasta memnuniyeti, uzmanlık eğitiminin yeterliliği ve 3. Basamak sağlık kurumu olmanın gereklilik ve sorumluluklarını yerine getirebilme oranı ile dengelenmemesi bir facianın yolunu açmaktadır. Bu facianın açılımı, yetersiz tıp doktorları, uzmanlığının temel gereklerini yerine getiremeyen uzmanlar, kötü bir sağlık hizmeti ve orta vadede de her yönden dibe vurmuş bir sağlık sistemiyle özetlenebilir.

Bu vahşi ticari anlayışa teslim olmuş üniversite hastanelerinde, hasta, öğrenci ve öğretim üyesi bir araç konumuna geldiğinde 3. Basamak sağlık kurumu olmak için gerekli branşlar, öğretim üyeleri ve hizmet umursanmamakta, bazı branşlarda öğretim üyesi ve hizmet yokken buna sebep olarak da kârlı olmaması gösterilebilmektedir. Alınan öğretim üyesinin baktığı hasta sayısı, yaptığı ameliyat ve kazandırdığı para asıl faktörken, anlatılan dersler, derslerin kalitesi ve öğrencilerin yetişmesine olan katkı ikinci plana bile gelememektedir.

 

Ana unsur kâr ve para olduğunda bu erozyon akademik kriterler ve şartları da yerle bir etmekte, akademik sıfatlar adeta pazarlık karşılığı alınır hale gelmektedir. Bazı vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin yardımcı doçent alımı için herhangi bir kriteri yokken, akademik titrlerden sadece doçentlik sınavla ve belli temel kriterlerlerin karşılanmasıyla alınan bir sıfat olarak kısmen korunmaktadır. Profesörlük için de kabul edilmiş kriterler var olmasına rağmen bu bir üst kurum tarafından kontrol edilmediği için, üniversite, profesörlük titrini – fazla kritere bakmadan– hastanesinde çalışılması karşılığında dağıtabilmektedir. Öyle ki doçentliğini YÖK sınavıyla alması sonrası tek bir ulusal ya da uluslararası yayını olmayan, kitap yazarlığı ya da ders anlatımı gibi hiçbir akademik faaliyeti bulunmayan bir kişi, bir vakıf üniversitesi hastanesinde özel hastane mantığında çalışma karşılığı -biz verdik oldu anlayışıyla- profesör atanabilmektedir. Bu atamanın bilimsel dosya değerlendirmesini de üniversitenin hatta çoğu zaman adayın belirlediği tanıdık konumundaki 5 profesör yaptığı için de bu akademik sıfat kolayca ve kriterler taşınmasa da verilebilmektedir. Bu durumun önlenmesi için en azından jürinin YÖK tarafından belirlendiği bir sisteme geçilmesi zorunludur.

 

Ülkemizde şu anda tek kelime yabancı dil bilmeyen yardımcı doçentler, yabancı dilde bir makaleyi okuyup anlaması mümkün olmayan profesörler ve hayatında hiç öğrenci görmemiş, ders anlatmamış doçentler mevcuttur. Kuşkusuz akademik hayatta vakıf üniversiteleri tıp fakülteleri öncesinde de bu tür ‘bize özgü’ durumlar duyulsa da bu durumlar bu üniversitelerin tıp fakülteleri sonrasında çoğalmıştır. Bu kontrolsüzlük ve dejenerasyon ile devam ettiğimiz takdirde doçent veya profesör olmayan tıp doktoru bulmak daha güç olacaktır ancak kaliteleri “günümüz Anadolu ve Fen Liseleri” düzeyinden öteye gidemeyecektir.

 

Vakıf Üniversitesi hastanelerindeki öğretim üyelerinin haftalık çalışma programlarını, hasta bakma randevularını, cerrahsa ameliyat programlarını ve geri kalan zamanları inceleyecek bir araştırma yapılacak olsa, zorunlu olarak anlatılan tıp fakültesi dersleri dışında ne araştırmaya yönelik ne de akademik gelişimi sürdürecek, kişisel gelişmeye olanak tanıyacak bir zaman ayrılmadığı açıkça görülecektir. Kuşkusuz bu tek taraflı baskı ve zorlama ile olan bir durum değildir ama aylık kazancı, baktığı hasta sayısı, yaptığı ameliyat ve istediği tetkiklere bağlanmış bir akademisyenin ne kadar vicdanlı ve akademik öncelikli olsa da geleceği nokta bellidir. Yine bir araştırma ile vakıf üniversite hastanelerinde görevli öğretim üyelerinin ne kadarının hayatını hasta bakmadan, ameliyat yapmadan sürdürmesine olanak sağlayacak bir temel maaş aldığı incelenirse, bu hastanelerde yürütülmekte olan maaş-kazanç sisteminin tamamen “baktığın hasta, yaptığın ameliyat kadar para” olduğu görülebilir. Bu durum devlet tıp fakültelerinde yeterli ve temel bir maaş ve maaşın üzerine eklenen bir gelir sistemiyle daha insani yürütülmektedir ve tıp eğitimi öğretim üyesinin maddi beklentisine daha az bağımlıdır.

Vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin kaçında düzenli ve göstermelik olmayan bir araştırma fonu olduğu ya da öğretim üyelerinin akademik çalışma ve yayınlarının ne kadar motive edildiği ve bu konuya ne kadar para ve zaman ayrıldığı da ayrı bir yazı konusudur.

 

Ülkemizde gittikçe kötüye giden tıp eğitimi içinde farklı pozisyonlarda yer almış ve artık yanlışı seslendirmenin zamanının geldiğini ve geçtiğini düşünen bir öğretim üyesi ve sağlık çalışanı olarak uyarı ve görüşlerimi özetlemeye çalıştığım bu yazıyı bitirirken durumun vahimliğini anlamak için vereceğim tek örnek tıp fakültesi öğrencileri arasında yapılan ve “Anneniz babanız hastalansa sizinle beraber mezun bir arkadaşınıza emanet eder misiniz?” sorusuna %99 katılımcının “Hayır” yanıtını vermesidir. Kuşkusuz bütün vakıf üniversitesi tıp fakülteleri bu anlatılan ve şikâyet edilen durumda değildir; sayısı ikiyi üçü geçmese de ülkemizde fakültesi ya da hastanesinden para kazanmayı değil, bütçesini destekleyerek daha iyi eğitim verilmesini, güvenilir bir sağlık kurumu olmayı amaç edinmiş ve hatta başarmış kurumlar mevcuttur. Aslında bu az sayıdaki örneğin diğerleri için örnek alınması bile birçok şeyi değiştirecektir. Durumun vahametini görüp kuruluşundan itibaren önlemlerini alan vakıf üniversiteleri başta kaybetse de orta vadede tıbben ve ekonomik olarak daha sağlam hale gelmekte ve ün kazanıp daha çok tercih edilmektedir. Başarılı öğrencilerce tercih edilip iyi bir tıp eğitimi vermeyi, hem başarısıyla bilinen bir sağlık kurumu olup hem de mezunları aranan bir tıp fakültesi olmayı amaçlayan, hastanesinin kar oranını değil iyi eğitim için yapacağı subvansiyonu planlayan kurumlarımızın da olduğu da bir gerçektir. Ancak birkaç tane böyle kurumumuz olması genel durumu düzeltmemektedir.

Yanlış tercih, politika ve kısa vadeli amaçlardan arınmış bir tıp eğitimi ile yetişmiş, yeterli, çağdaş ve dünya tıbbı ile yarışır doktorlar ülkemizin ve tüm vatandaşlarımızın hakkıdır. Bu hak için de ilgili tüm taraflar çaba göstermelidir.

                                   

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. SUNGUR A. Tıp eğitimindeki çıkmazlardan biri: fakülte yönetimi ile hastane yönetimi ikilemi. Tıp Eğitimi Dünyası; 2016; 46:14-18.
  2. KAPICIOĞLU S. İ. M. Eğitim ve araştırma hastanelerinin bugünü ve geleceği. Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi. 2011; 20: 20-23
  3. ÖZTÜRK R. Tıp ve diğer sağlık bilimleri eğitimi alanında önemli sorunlar ve çözüm önerileri. http://www.sdplatform.com/Yazilar/Kose-Yazilari/336/Tip-ve-diger-saglik-bilimleri-egitimi-alaninda-onemli-sorunlar-ve-cozum-onerileri.aspx
  4. Türk Tabipler Birliği Mezuniyet Öncesi Tıp Eğitimi 2010 yılı raporu. https://www.ttb.org.tr/kutuphane/mote_2010.pdf
  5. KEBAPÇILAR L. Ve Akreditasyon Özdeğerlendirme Kurulu 2. Çalışma grubu. Genel Tıp Dergisi, 2013;23(Ek1):22-3.

Emoji ile tepki ver!

Bu Haberi Paylaş :

Etiketler :

Benzer Haberler
    1 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (1)