Özellikle sosyolojide, pedagojide, psikolojide ve sayabileceğimiz birçok disiplinde değişme ve gelişme aynı anlamlara asla gelmez.
Değişim; “bir durumdan bir başka duruma geçiş” biçiminde basitçe tanımlanabilirken geriye ya da ileriye doğru olabilir. Gelişim ise; “bir durumdan daha iyi bir duruma geçiş”, “üstüne düşen görevleri yapabilecek güce ve potansiyele ulaşma” olarak basitçe anlatılabilir. Burada fark edebileceğimiz gibi temel ayrım “daha iyi bir durum” ayrımıdır. Yani yeni bir hale dönüşme ya da ileriye doğru bir gidiş hissedilebilir bu ifadelerde sanırım.
O halde bu basit girizgahtan sonra temel derdimizi dile getirecek olan sorumuzu soralım: YÖK’ün ve MEB’in sınavlar konusunda değişime mi gelişime mi ihtiyacı var?
Bu yazının varmak istediği sonuç bakımından yukarıdaki soruya vereceği cevap ilk paragrafta en azından niyet olarak ortaya konmuş gibi görünüyor. Fakat bu cevabı nasıl temellendireceğimiz önemli. Eldeki bilgi kırıntılarıyla çarşaf çarşaf gazete sayfalarında iyice köpürtülen ihtimaller dizisi dikkatlice incelendiğinde“dağ fare doğuracak” gibi görünüyor. Çünkü bir sınav sisteminde öğrencileri bilgileri, yetenekleri ve özellikleri açısından ne kadar çok ayrıştırabilirseniz o kadar başarılı olursunuz. Böylece her öğrenciye uygun programlar geliştirme şansınız olur ve hiçbir öğrenciyi sistemin dışında bırakmazsınız. Mevcut üniversite giriş sisteminin oluşturulma aşamasında çok iyi hatırlıyorum şu söylem hakimdi: “Tıp okumak isteyenle mühendis olmak isteyeni birbirinden ayıralım, mühendis olmak isteyen öğrenci belki de biyoloji yaparak oraya giriyor, işte bu sistem daha dikkatli bir seçim yapmaya imkân verecek” vs. vs. vs… Diğer yandan şimdi kurulmak istenen sistemle ilgili 3-4 puan türünden bahsediliyor. O halde soralım: Tıp okumak isteyenle mühendislik okumak isteyeni ayırmaya gerek kalmadı mı? Turizmci olmak isteyen ile avukat olmak isteyen aynı puan türüyle mi gitsin üniversiteye? Gazetecilik hayali olan öğrencinin sahip olması gereken akademik performansla Türk Dili ve Edebiyatı okumak isteyenin performansını artık ayırmaya gerek kalmadı mı? Öğrencilerimizdeki bu mucizevi değişimi gören, hisseden ve bunun için tedbirler alıp elinden geleni ardına koymayan herkesi tebrik ediyorum. Ben sahada çalışan biri olarak bu mucizeyi fark edemedim.
Öte yandan YÖK Başkanı puan türlerini aza indirerek daha kontrol edilebilir ve yönetilebilir bir sitem yaratma niyetini beyan ederken sanırım sınav süreçlerinin iyi yönetilemediğini ve bir basiretsizlik sergilendiğini de beyan etti. Bu da bana sınavı değil başka şeyleri değiştirip sistemi geliştirmenin iyi bir çözüm olacağını çağrıştırıyor.
Sınav sisteminin değişmesi gerektiğini savunmanın temel çıkış noktalarından biri olarak hem TEOG’da hem de ÖSYS’de öğrencilerin sınav kaygısını azaltma çabası gibi gösteriliyor. Eğer üniversiteye giriş için yılda birkaç sınav yapılmayacaksa bu beklentinin pek karşılık bulacağını zannetmiyorum. Şimdi mevcut sistemi yani YGS-LYS’yi bir düşünelim. Martta sınava giren öğrencinin YGS’den beklediği sonucu alamadığı bir durumda LYS ile neler yapabileceği, sıralamasını ne kadar ilerletebileceği iyi anlatılırsa biraz çabayla eski motivasyonunu kazanabilir. Üstelik sınav kaygısını yok etmenin yolu sistemle oynamaktan geçmez. Sadece bu süreci iyi yöneterek sınav kaygısını hafifletebilirsiniz. Öte yandan bir kerede yani haziranda bir hafta sonunda olup bitecek bir sınav zamana yayılan bir sınava oranla çok daha fazla kaygıya yol açmaz mı? Bakalım yaşayıp göreceğiz…
Tamam, ortalıkta dolaşan diğer birçok soru teknik ayrıntılardan ibaret. Katsayılar, soru sayısı, sınavın süresi, kim hangi testlerden sorumlu, filanca bölümün puanı ne olur gibi sorular teknik ayrıntıdır.
Ama şunu sormadan sanırım bu konuyu kapatmak çok zor: Eldeki verilerden hareketle yapılmak istenen bir gelişim mi yoksa bir gerileme mi? Bence gerileme.
Daha ayrıntılı öğrenci seçebiliyorken bundan vaz geçiyoruz, öğrencimize birkaç kez sıçrama hakkı verip üniversiteye girmesine yardımcı olurken bundan vaz geçiyoruz, daha da önemlisi maç başladıktan sonra kuralları değiştirerek öğrencilerdeki ve toplumdaki adalet-hakkaniyet duygularını zedeliyoruz. Bu durumda ya gerilediğimizin farkında değiliz ya da yüzümüz geri doğru bakıyor da biz ilerlediğimizi zannediyoruz.