Dünya öylesine hızlı bir değişim içerisinde ki yakalayabilene aşkolsun.
Eskiden kuşaklar arası değişim konuşulurdu şimdi kardeşler arasına indirgendi.
Son 50 yıldaki değişimin geldiği boyut ve yarattığı etkiler, son 5 bin yıldan daha fazla.
Peki biz bu değişime ne kadar ayak uydurabiliyoruz, ne kadarını hazmedebiliyoruz, en önemlisi de kendimizi ne kadar güncelleyebiliyoruz?
Cep telefonu ile konuşmada açık ara dünya lideriyiz, peki ya Ar-Ge’de?
Mobil oyunlarda da hep en ön sıralardayız, tıpkı kitap satışlarında en gerilerde olduğumuz gibi. Dünya küresel iklim değişikliğinin yarattığı ve yaratacağı sorunlara kilitlenmişken biz hâlâ dizilerle günümüzü gün ediyoruz.
Müfredat programları ve ders kitaplarımız, günümüzü ve geleceği yakalamanın çok uzağında. Çocuklarımız spor alanlarında, sanat ortamlarında, üretim atölyelerinde değil dershanelerde. Onlara hâlâ hayatı değil test çözmeyi öğretiyoruz. Yılda 200 bin soru çözeni ayakta alkışlıyoruz!.. Hayatın her alanında, her anında yaşadığımız benzeri daha pek çok ikilem sıralayabiliriz. Başkalarını çağın çok gerisinde kaldı ya da kaldılar diye eleştirirken kendimizi hiç sorgulamıyoruz. Duran saatler gibi bir yerde takılıp kaldığımızı görmüyor, günde iki kez tesadüfen o anı yakaladığımızda “bakın işte saat doğruyu gösteriyor” diyoruz...
Günü yakalamak gerek
Önceki gün açık hava tiyatrosundaydık. Hava güzel, oyun ve oyuncular da iddialıydı.
Ücretler de bir öğün yemeğe ödenen paradan çok değildi. Buna rağmen alanın üçte ikisi boştu...
Oyundan önceki tepkim “yuh olsun” şeklindeydi. Bitiminde ise “hak ettiniz” yönündeydi.
Konu enteresan, oyuncuların performansı da mükemmeldi.
Peki o zaman orada olması gerekenler neredeydi. Çevredeki diğer tüm ortamlar tıklım tıklım doluyken orası neden bariz bir şekilde boştu?
İşte bu yazıyı yazmamı gerektiren konu da bu oldu.
Kırk yıl önce yazılan oyun, profesyonelce güncellenmemiş, güncellenirken de oyunun sergilendiği kentteki yani burnunun ucundaki çukurları, sorunları, susuzluktan kırılan ahaliyi unutup İstanbul’daki benzer sorunlara gönderme yapıyorlardı.
Sıfır tepki vardı. Oysa birazcık olsun tiyatro alanını etrafını çevreleyen keşmekeşe ve susuzluktan kırılan esnafın, halkın sorunlarına değinseler salon ayağa kalkardı. Çünkü o an için canlarını yakan İstanbul’daki çukurlar, hayat pahalılığı ve susuzluk değil, kendi yaşadıklarıydı. Hayatımızı esir alan, dijital çağa yönelik espri ya da hiciv neredeyse hiç yoktu.
Eski sanatçılar araya güncel ve yöresel mini minnacık bir skeç koyar ve o an hem seyircinin sempatisini kazanır hem de biletlerin günler öncesinden bitmesini sağlardı.
Klasik oyunlar elbette orijinali neyse öyle sergilenmeli ama eğer güncel sorunlar ele alınıyor ve eleştiri yapılmaya çalışılıyorsa üzerine daha fazla kafa yormak gerekmez mi?..
Sorun nerede?
Kolayı mı seviyoruz?
Tam aksine zoru seviyor, eziyete bayılıyoruz.
Öyle olmasa yılda 200 bin test çözen öğrenciye o eziyeti yaşatır, ayakta alkışlar ve doğru yapmaya çalışanlara da onları örnek gösterir miydik?
500 bin adayın girdiği sınavları ve sistemi, aday sayısı 3.5 milyona çıkmasına rağmen hiç güncellemeden yola devam eder miydik?
En acısı da pek çok alanda yüzbinlerce diplomalı işsizimiz varken o alanlara hâlâ öğrenci almaya devam eder, meslek yelpazesi yüzde 70’e varan oranlarda değişirken “güncelleme”den öcü gibi korkar mıydık?
Güncellemeye bürokrasiden siyasete, ekonomiden sanata, spordan sivil toplum örgütlerine, medyadan bilime, tarımdan turizme, hobilerden ve özellikle de eğitime kadar her alanda devam etmeliyiz.
İlle de değişmek için değil, gelişmek için değişmeliyiz.